21 Haziran 2012 (En uzun gün)
Müge İplikçi Edebiyat Atölyesi
Bir edebiyat atölyesindeyim ve bir horoz öyküsü yazacağımdan henüz haberim yok. Hava sıcak. Su şişeleri, fanlar, açık pencereler, açık kapılar… Hiç biri serinlemeye yeterli değil ve atölye insanlarla dolu: 11 kadın 1 erkek. İlk ders olduğundan, herkes kendini tanıtmaya başlıyor, derken bir horoz sesi “Üürürüüü üürürüüü!!!” Horoz o kadar yüksek sesli ötüyor ki birbirimizi duyamıyoruz. Sonra toplumsal cinsiyet rolleri devreye giriyor ve bahçe şamanı Latife “Haydi Serdar, şu horozu kovala!”
İşte atölye hikâyem böyle başladı. “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” kitabı ve Müge İplikçi rehberliğinde bir yolculuğa çıktık. Üç günlük yoğun bir yazı seyahatiydi. Eve dönüp denize ayağımı bile sokmadım dediğimde şaşırdı evdekiler. Öyle tatil mi olurmuş. Fiziki suyu boş verin dedim, boğucu şehir yaşantısından çıkıp usta yüzücü Müge Hocayla edebiyat sularında kulaç attık ne diyorsunuz? Ama fazla açılmadım. Önemli olan eğlenmekti zaten ve ortaya neşeli bir hikâye çıktı. Lafı fazla uzatmadan hikâyeye geçelim ne dersiniz.
Tabi bu arada bana ilham veren kısa filmi de es geçmek istemem. Aleksandar Ilic‘ten Tokmak adlı bu harika kısa film bir bakıma bu hikayenin de öncesi sayılır.
Bir Horoz Öyküsü: Horoz Zamanı
Civ civ civ civ… Bir fabrikada civciv gürültüsü eşliğinde gözlerimi açtım. Bir yol vardı ve yolun başını tutmuş koca kafalı yaratıklar. Kafaları o kadar kocamandı ki uçmaları mümkün değildi.
Doğduğumda çok hafiftim uçabileceğimi hissediyordum, uçup uzaklara gidebileceğimi. İşte o kıskanç koca kafalılar kanatlarımı ben küçükken kestiler. Sanırım uçup gitmemden korkuyorlardı. Sonrası monotondu: küçücük bir haznede arpa yiyerek zaman öldürdüm. Bir gün kapak açıldı. Işık… Sesler… Kalabalık… Koca kafalı barbarlarla dolu bir pazarda satıldım.
İki senedir bu bahçedeyim. Büyüdüm, güçlendim, tüylerim renklendi, kuyruğum heybetlendi. Çok yakışıklıydım, hele bir ibiğim vardı ki kıpkırmızı. Derme çatma kulübemizde bana ait beş tavuk vardı ve hepsi de ibiğime hayrandı. Yerleri eşeliyor, böcekleri, solucanları yiyorduk. Şükür, karnımız doyuyordu.
Zamanla bahçenin koca kafalılarıyla gizli bir anlaşmamız oluştu, zamanında öttüğüm sürece bana hiç birinin dokunmayacağını öğrenmiştim; fakat iş sadece onlarla iyi geçinmekle bitmiyordu. Çevremiz kuyruklu şeytanlarla doluydu. Yukarı bahçeye çıksak tilkiler, aşağı bahçeye insek kediler…
Kediler kolaydı, bizim hatunlar basıyordu yaygarayı. “Bık bık bıdaaak!” Sonra bizi buraya getiren o koca kafalı barbar, hortumu alıp ıslatıyordu hepimizi, çil yavrusu gibi dağılıyorduk. Bu eğlenceli olan kısmıydı. Asıl kötüsü tilkilerdi, dört hanımımı kaybettim. Kümesten eskisi gibi ses gelmiyordu artık. Tek tavuğa kalmıştım. Yalnızlık çok zor.
Aradan bir yıl geçti, kedileri sahipleri götürdü, tilkiler de uğramıyordu artık. Tüm bahçe bizimdi. Tabi sadece gündüzleri. Geceleri kümesteydik, yumurtalarımız vardı. Sıcak umutlarımız. Tekrar kalabalık olabilir, tüm bahçeyi tek seferde eşeleyebilirdik. Sonra bir sabah o barbar geldi ve karanlık elleriyle yumurtalarımızı aldı gitti. Hiçbir şey yapamadık. Doğmamış bir civcivden ne istiyorlardı ki?
Bize ait, geleceğimize ait, hiçbir şey kalmamıştı, kuş beynimizle ortada kalakalmıştık. Bu zorbalar hayatlarımıza istedikleri gibi müdahale edebiliyorlardı. Öfkeden kümes duvarını gagalıyordum; çaresizdim. Kesik kanatlarımı açıp hanıma sordum “Ne yapayım?” Hanım yine o olgun tavuk bakışıyla “Ötmeye devam et” dedi “sakın vazgeçme.” Ne güzel bir tavuktu o, akıllıydı, bembeyaz göğüsleri, dipdiri butları, tertemiz tüyleri, dimdik bir poposu vardı, harika bir piliçti aslında; ama ne yazık ki bir taneydi, hep onunla oynaşmak zorundaydım, ama hayat n’aparsın, hiç yoktan iyidir.
Evet, hatun haklıydı, vazgeçmeyecek ötmeye devam edecektim. Fakat onların istediği şekilde değil, bu sefer kendi istediğim vakitte ötecektim. Zaten zaman anlamını yitirmişti. Gelecek yoktu, oynaşmanın anlamı yoktu. Gecenin ve gündüzün bir farkı yoktu. Sahi neden sadece sabaha karşı ötmeliydim ki? O kıskanç barbarlar görecekti günlerini, kanat düşmanları, karanlık elliler, çocuk hırsızları. Onların o sırça kümesleri önünde bağıracak, yaşam alanlarına dalacak ve dağıtacaktım.
İlk iş olarak hanımla geceleri daha rahat uyumak için daha kuytu bir köşeye taşındık. Dik dik dizilmiş kâğıtlarla dolu bir barınak bulduk. Onlarca bölmesi vardı, bizi bulmaları imkânsızdı. Onların bizim için uygun gördüğü bir kulübede ömrümüzü tüketmeyecektik.
Gündüzleri ise intikam zamanıydı. O uğursuz koca kafalıların kümesleri çevresinde dolanıyor, açık kapı varsa basıyorduk içini. Feryat figan, uçuşan tüyler… Çoğu korkuyordu, bazıları da o cılız, o tüysüz, kanatlarını savurup kovalıyordu bizi, sonra da kümeslerine geri dönüyorlardı. Hanım abarttığımı söylüyordu “Kesecekler o küçük kafanı beni de yalnız bırakacaksın bu bahçede!” diyordu. “Kesselerdi çoktan keserlerdi hanım, bu koca kafalı barbarlar göründükleri gibi değil, çok korkak, cesaret edemezler başımı almaya.” diye gıdaklıyordum. Aslında korkuyordum; ama bu alışkanlık olmuştu bende, zaten zaman duygumu yumurtalarımızla birlikte yitirmiştim. Ne zaman, nerede, nasıl ötülür, hatırlamıyordum canım sıkıldıkça bağırıyordum. Onların da buna alıştıklarını düşünüyordum.
Bir gün koca kafalı, barbar topluluğunu, camdan bir kümeste, kendi dillerinde, o cılız sesleriyle öterken gördüm. Zavallılar, hiç biri benim gibi gür bir sese sahip olmadığından onlara nasıl ötüleceğini göstermek istedim. Başladım bağırmaya. Duymazdan gelemeyecekleri şekilde öttüm. Onlar her lafa başladığında öttüm. Kanatlarımı koparıyorlarmış gibi öttüm. İçlerinden bir koca kafa bana doğru tüysüz kanatlarını sallayarak yaklaşmaya başladı. “Evet” dedim “başlıyoruz.” Kaçmaya başladım. Çok yavaştı. Eğleniyordum. Dönüp dolaşıp tekrar öttüğümde daha da hırslanıyor; fakat yakalayamıyordu. Kovalamaca uzadıkça peşimdeki koca kafa sayısı artmaya başladı. Üç koca kafayla resmen dalga geçtim. Fakat dördüncü ve karanlık elli, bacaklarımdan yakaladı, ellerini gagalayıp kaçtım ve tekrar öttüm; tüm bahçe koca kafalılarını peşime takmayı başarmıştım. Öfkeden deli etmiştim hepsini. Hepsi cezasını çekiyordu. Tüm bahçe, yarattığım yaygaradan dolayı inliyordu. Ters bir sapağa girdim tam çıkacakken üzerime bir ağ attılar, kıpırdayamadım ve o eski kulübeye kapatıldım. Oyun bitmişti ve çok yorulmuştum; ama huzurluydum, intikamımı almıştım ya, gerisi önemli değildi.
Sabahın ilk ışıklarıyla gözümü açtım, içgüdüsel olarak boş bulunup öttüm; ama ne kadar bağırsam da sesim barbarları rahatsız edemeyecek mesafedeydi. Sustum. Köşeye tünedim. Sonra hanımın gıdaklamasıyla irkildim. Kahraman bir edayla ibiğimi sağa yatırıp sordum “Gördün mü yaygarayı hatun?” Hanımın o kömür gözlerinde başka bir pırıltı vardı: “Sana bir sürprizim var bey…” derken o uğursuz, koca kafalı, çocuk hırsızının geldiğini gördüm. Hanım gıdaklayarak kaçtı. Adam beni bacaklarımdan tuttuğu gibi kümesten çıkardı. Elinde ucu parlak keskin bir şey vardı. Kanatlarımı çırptım, faydasızdı.
Sonrası çok çabuk gelişti. O çocuk hırsızı barbar, ayaklarımı bağlayıp beni yeni evimizin yakınlarındaki kuytu bir köşeye götürdü. Sonra gövdemden sıkıca bastırarak beni bir kütüğe yatırdı. O parlak şey hızla kalktı ve indi. Kafam gövdemden koparak yuvalandı, duyduğum son ses doğduğumdaki ilk sese benziyordu. Civciv sesi. Benim civcivlerim…
Doğmuşlar…
Serdar Altunoğlu @ Gümüşlük Akademisi
Ressam: Funda Tarakçıoğlu
Edebiyat atölyesinde bu çalışmayı yaparken National Geographic dergisi gelmişti. Ağustos 2012 sayısında horoz öyküsüyle olmasa da Yeni Akım Okullar başlığı altında dergide çıktık.
Ayşe Gümüş
Yumurta mı tavuktan çıktı, tavuk mu yumurtadan bir anlayabilsek!
bahattin avcu
ne de olsa Gümüşlük Akademisi akımı. olacak o kadar. hatalara rağmen güzel olmuş. demek ki Müge Hanımın da eksiği varmış. :)
Derken, merak oluşmasın. uçamayan kanatlıların tüyleri kesilmez. uçanların Tülek tüyleri çekilir ya da kısaltılır. :)
nedeni de seyip’leşmesidir, yani kalacağı yere alıştırılmasıdır. esen kal.
Serdar A
Şehirli olmanın dezavantajı. Teşekkürler uyarı için.