Mülakatlara alıştım hatta zevk almaya bile başladım, her seferinde farklı insanlar tanıyorsunuz, kısacık zaman diliminde sizi tanımaya çalışıyorlar “ayinesi iştir kişinin tipe bakılmaz” atasözüne ne oldu?, Resimdeki tiplere bakın hayatlarına ilk defa o gün takım giydiler. Resimdeki Suit up Barney vari, kısık gözlü yakışıklı bizzat kardeşim olur benzemiyor di mi? (aman benzemesin)
Neyse Web-Grafik sektöründeki maceramız tüm hızıyla devam ediyor. Bu yazımızda mülakatlardan edindiğimiz tecrübelerimizi ele alacağız.
Günün anlam ve önemi: Bu sefer bilmem kaçıncı; ama bu yeni girdiğim (web-grafik) sektördeki üçüncü mülakatımı oldum. (1.si Bilkent Teknokentte sırf AS 3.0 yazılımcısı istiyordu ki çok insanlık dışıydı tüm yazılım ve mühendislik işleri gibi, 2.si daha renkli, web tasarımlık bir işti ki bir daha çağırırsak takım elbise giy dediler (dolayısıyla onlar sayesinde takım almak zorunda kaldım.) 3.sü ise bu son gittiğim işte) İvedik Sanayide; ama İvedik Sanayi, İvedikte değil, Ostim’in ilerisindeymiş. İntenetten resimlerine baktım şık, koca bir bina, içini uzay üssüne çevirmişler. İçeri girmek için üç otomatik kapıdan geçmem ve ziyaretçi kartı okutmak gerekti. Özetle yeni açtıkları web tasarım departmanına grafiker arıyorlarmış. İnşallah olur; ama korkuyorum, çünkü o kadar uzun zamandır işsizim ve bu duruma öyle alıştım ki kızlığımı hangi firma bozacak diye heyecan yapmaya başladım. Öyle uyduruk bir firmaya da vermek istemiyorum. Verceksem de telli duvaklı davulu zurnalı olsun, insan hayatında kaç kere ‘dünya!’ şey pardon ‘yayın’evine giriyor ki?
Ulaşım: Kızlardan yana pek tecrübem olmadı ama mülakatlardan yana oldu. Hatta kaşarlandım diyebilirim. Hatta bir ara her çağrılan yere gider olmuştum. Sonra taksiye (Bilkent Teknokent 35 TL) verdiğim para içime oturunca artık “o yol her gün çekilir mi” kriterini de listeme ekledim, tabi eklesem n’olcak tavşan dağa kriter koymuş dağın Kasımpaşası (Aslı Hoca espirisi) olmamış…
Ne giymeli: Valla kurumsallık derecesi arttıkça giyinişiniz de aynı oranda formâl olmalı. O gün damat gibi gitmedim; ama serseri yazar gibi de gitmedim. Bi tıraş, bir ceket, boğazlı kazak, palto… Bu halimle bile sanki herkes bana bakıyormuş hissine kapıldım. Hani yaz gelir ve siz soğuk iklimin muhafazakar çocuğu, mevsimin ilk tişörtünü giydiğinizde bir çıplaklık hissi yaşarsınız ya sanki herkes bakacakmış gibi sanki…
Endişeyi yenmek: Kaşarlandığım için artık mülakatlardan tırsmıyorum. Asıl korktuğum emperyalizmin kurumsal çarkları arasında bir diş olup kendimi kaybetmek. Zaten bu tabirle bile durumun vahameti ortada. Çalışmaya can atan salakları anlamıyorum “Ayy çok istiyorum çalışmayı para kazanmayı o parayla gezerim tozarım her istediğim alırım kimsenin eline bakmam yerim içerim sıçarım…” ya bunu düşünürken neden, ne kadar kıt vizyonlu mal bir sistem insanı olduğunu düşünmezsin (ya da işe alın ama yaratıcılık beklemeyin) Çevrede gördüklerine sahip olma arzusu, mülkiyetin artması, bencilliği pompalamak, böyle bir şey!? olmak. Mülakatlar bunlara bakılıyor mu ki zaten, en azından ben öyle yapmazdım, bir süre çalışmasına izin verirdim, yoksa yarım saatlik maskelerin takıldığı bir sohbette kimi tanıycan? Babam der ki “ya içki masasında ya da yolculukta…” adamlar benle Bordum’a veya Şirince’ye gelmeyeceğine göre her başvuran için bir meyve şarabı feda edilebilir mesela; ancak içkisi sigarası kumarı olmayan ne yapacak, çalışmasına izin verin şu gençlerin yeter artık ya!
Hepiniz tecrübe istiyorsunuz. Bu devirde kızlar bile tecrübe istiyor e vermezlerse nereden edinecez tecrübeyi? Yakında kızlar da başlar sormaya “Hımm daha önce kimlerle çıktınız?” “ee şey bir iki bakışmışlığım var, birkaç tane da sevdiklerime yazdığım aşk temalı hikayem, ama okuyan çıldırdı neden bilmiyorum” “Peki daha önceden bir ekip çalışmasında bulundunuz mu?” “Eee öhöm yok ama bir barda arkadaşlarla dans etmiştim” “Peki, nasıl bir beklentiniz var?” “Şey sonuçta yeni başlayanlara verdiğiniz bir şey vardır, el tutmak, öptürmek gibi; ama siz bilirsiniz yani aile gözetiminde kısa bir muhabbetle bile başlayabilirim, sonuçta isteyerek severek yapacağım…” “Hmm anlıyorum her Türk gencinin durumuna düşmüşsünüz siz (abazalık) neyse biz sizi ararız birkaç görüşmemiz daha var da…”
Eskiden Çalışılan Yerler: OSTİM sanayide işçiler arasında çalışmayı kabul etme sebeplerimden biri de felsefemi test etmekti. Niçe (Nietzche) demiş ya “filozof felsefesini yaşayan kişidir.” Fakat ortam beni bünyesine ‘entegre’ olamadım. Düşünün yemek aralarında – artık adet olmuş- kadın cinselliği ve din siyaseti konuşmak yerine zihin felsefesinden ödevim olan “Ben Neyim?” kitabını okuyordum. Dediler ki o ne biçim kitap: “Ben neyim, ibne miyim neyim?” “Hehehe (ne komik:S) yok öyle değil bu zihin bilinç beyin üzerine yazılmış…” Sen buraya fazlasın Serdar Usta, dedi şef. (Ama okula da azım demiştim içimden.)
Okul dışındaki işlere daha da bulaştıktan sonra bırakın kaldığınız dersi tekrar almayı, yeni derslere bire giresi gelmiyor insanın. Ama iyi hocalar var: Ertuğrul, Erdal, Eyüp, eski dönemlerden Sabri, Topdemir… Başka bölümlerden: Tayfun, Aslı, Kurtuluş… Okul (DTCF) yine de güzel ya valla.. diğer okullarla kıyaslandığında özel okulun parasal pompasına nazaran kadro bakımından sağlam; ancak Ertuğrul hoca haklı gibi “Dil-Tarihten dünyaca ünlü bir bilim adım çıkmasını beklemek gerçekçi olmaz.” (Yurtdışına gidin demeye çalışıyor) “Bu saatten sonra ancak turist vizesiyle çıkarım zaten ki İngilizce olayını çözersem, en azından İngilizce kaynak okumaya başlarsam, bir bakıma uluslararası rüzgarı yakalayabilirim diyorum da alo saat kaç oldu?!…
Hobiler: Böyle her mülakat sonrası kapıldığım havadan dolayı derslere hiç gidesim olmuyor, hele sabah derslerine hiç… Ama gitmeyince de bir vicdan azabı bir bulantı, o da bilgisayar oyunu oynamadan geçmiyor ve oyun çöküp de tüm “save”ler yanınca daha beter duygular… Kitap okusam, ah hepsini okuyasım var ama hiç de çabuk bitmiyorlar. Şu ara Kalavela Destanı’nı okuyorum ve daha o kadar çok okunacak var ki (her şeye en başından, te mitoloji çağından başlıyım dediydim ya hâlâ ordayım). Bir de işe başlasam ne zaman okuyacam onları? Ne zaman yazacam, ne zaman teorimi oluşturup kâğıda dökecem, ne zaman teze çevirip çok bilmiş akademisyenlere nazire yaparmış gibi netten bedava dağıtacam… Fakat (elifin dediği gibi) para olmayınca hiç bi şey olmuyor (ama o çanta almaktan bahsediyordu da ne fark eder para işte)…
Ücret: Çalışırken çok büyük bir şeyi veriyoruz. Özgürlüğümüzü. Bu yüzden ya maaşlarımız çok yüksek olmalı ya da tatillerimiz çok uzun… Ancak öyle koşullanmışız ki her fırsatta aylaklık yapma isteğimiz yüzünden hiç “tatil” (gerçek tatil) yapamıyoruz! Boş vakitlerimizi, “tatil?”köylerinde, deniz kenarlarında, alışverişte, gürültülü eğlence mekânlarında tüketiyoruz, geriye bize dair hiç bir şey kalmıyor. Kendimiz olduğumuz hiç birşey… Hatta hiçbir zaman kendimiz olmadığımız için bunun ne demek olduğu dahi bilmiyoruz. Bunu bedeli hangi maaş beklentisiyle ölçülür ki? Ölçülemez!
Ay çok varoluşçu bir yazı oldu. Niçe (Nietzche) gibi nihilizme düşmeden sözlerime burada son veriyorum.
Bakalım, haftaya arayacaklarmış. Arayacak (2. ve 3.) firmaların sayısı iki oldu, bekliyoruz…
Not: Bu yazıyı yazmamdan bir hafta sonra 3. firma aradı! Evet işte bu gün işe başladım, o kartlı kapılı güvenlikli ivedik sanayideki webli grafikli yerde;)
Not2: Kalevela Destanı da bitti düğününüzde okurum size şimdi Asimov’un I Robot’unun ingilizcesinden okumaya azmettim tabi önce İmgeden Baskıya Grafik Tasarım adlı kitap…
anlatırım daha artık yatmam lazım heyecandan dün hiç uyuyamadım zaten:S
Bir cevap yazın