Kaptanın Seyir Defteri: 2014.06.16. Kayda geçsin, Ay’daki kurumuş cesedimi bulduklarında Uçan Güve karakutusundan dinleyecekleri bu olsun. Muhteşem bir manzaranın ortasında, cennete nasıl mahsur kaldığımı anlatayım size.
Öncesi: Uçan Güve’nin Öyküsü
O hastaydı, hastalığı ise bendim. İstanbul hayatımda gördüğüm en güzel şehirdi. İnsan, yüzünün sadece küçük bir kısmını gördüğü, bir iki kafesine gittiği, varlığınızı umursamayan yorgun bir şehre aşık olabilir mi? Ben oldum. Sonsuza kadar koynuna sokulup uyumak istedim. Ta ki güneşin anlında, köprünün ortasında, saatlerce trafikte sıkışana dek. Yola bir saat erken çıktım ama varmam gereken yere altı saat geç kaldım.
Otobüse sıkışmış fakirlerden beni ayıran ve hâlâ borçlarını ödediğim son model arabamda, korkunç trafik kuyruğunda, egzoz ve korna sesleri eşliğinde beklerken, kendimi dünyanın en aptal insanı gibi hissettim. Bu karmaşanın, bu kaosun sebebi bizdik. Trafiğin sıkışacağı belliydi, hep böyle olurdu; ancak hiç bu kadar gecikmemiştim. Her geçen gün daha erken yola çıkıyor ve her defasında geç kalıyordum. Arabada, otobüste, ayakta ömrüm çürüyordu. İstanbul, buna değer mi? Şehrin gereğinden fazla kalabalık olduğunu anlamamak için hem gerizekalı hem de kör olmak gerekiyor. Evet, ben bencil bir gerizekalıydım, sevdiğine zarar verdiğin göremeyecek kadar da kör…
Taşındım. İstanbul’un bir küçüğü, sokakları deniz yerine Kızılay’a çıkan geniş kaldırımlı Ankara’ya geldim. Arabayı satıp, metroya bindiğimde hissettiğim yalnızlığın yanında ‘ferahlık’ oldu; fakat bu seneler önceydi. Trafik vebası buradaki caddelere de sıçradı. Otobüse bindiğimde gördüğüm göz alabildiğince uzanan korkunç toplu konutlar, bozkır üzerinde kanser gibi yayılıyordu.
Metro iyi, yeraltında solucan gibi ilerlerken bu korkunç katliamı görmeyince, gönül katlanıyor. Ta ki haftasonu Kızılay’a çıkına dek. Dehşete kapıldım. Her yerden insan fışkırıyordu, her yerden! Sanki hiç doğum sancısı yok, sanki insan doğurmak bakmak büyütmek çok basit, sanki sanal bir kuluçka makinesi sürekli patır patır insan üretiyormuş gibi… O kadar kalabalık, o kadar fazlaydı ki “bu gezegen bunu taşımak zorunda mı?” diye düşündüm. Ajan Simit‘e katılmıyorum. Biz bu gezegenin virüsü değiliz. Virüs olan içimizi kemiren o bencillik.
Nedir bizi Dünya’ya bağlayan? Sevdiklerimiz, ailemiz, aşk, para? Belki şansızlık, belki ahmaklık bilemiyorum, ama ben o bağları çoktan yitirdim. Sevgi mi tükendi hayır! Ankara’ya da aşık oldum, fakat bu sefer güzelliğe değil, huysuzluğa. Şehrinizi seçtiğinizde, yaşam şeklinize de seçmiş olursunuz.
Aşk çok garip. Bazen varlığınız aşka zarar verebiliyor. Çok sevdiğin turşu suyunun midene dokunması gibi, sigara gibi, idealin için okurken babana yük olmak gibi, bir kirpinin sevgilisinin sırtına sarılamaması gibi, varoluşa kazınmış korkunç bencilliğin arzuladığın aşkı parçalaması gibi, ne biliyim. Dokunduğum sevdiğim her şeye zarar veriyordum. Benim dışımda her şey çocuksu safken, içimde beslediğim duygular alabildiğine sinsi, alabildiğine bencil, buna son vermem gerekiyordu.
“Bir Zamanlar Anadolu” filminde “Fırsatım olsa çekip gitmek.” diyordu ya. Gidebileceğim en uzak yer neresi, Kars, Tibet, Sibirya, Amazon… Carl Sagan “Beğenin ya da beğenmeyin, Dünya şu an sığınabileceğimiz tek yer.” demiş. Beğenmek değil benimkisi, ben resmen aşığım, bu mavi gözlü deli dünyaya, bu turkuaz denizli pis boğaza, bu kara kaşlı gri tenli huysuz Ankara’ya, çelik kokulu tozlu Ostim’e bile… ama yoruldum. Yaratacağım en artı değer bile yine çevreyi kirletiyor, karbonu saldırıyor, suları zehirliyor, engel olamıyorum. Bu gezegene hapsoldum. Aşkın saçlarına tutunmuş uçurumdan düşmemek için asıldıkça asılıyoruz.
Ey “uçan güve”, ey benim el yapımı uzay gemim, imdadıma yetiştin. Kurtuluş biletim oldun teşekkür ederim. Neyse, yol uzun, bu gezegenin arkasından daha çok laf edeceğim, kaydın sonu, azcık e-kitap okuyayım.
Devamı: 2. Gün
– o –
Ek: Hümanist astrofizikçi Carl Sagan’ın dünyaca ünlü monoloğu.
Bir cevap yazın