Önbilgi: 2003’ten beri yazarını bulmadığım ve eklemede bulunduğum öykü, yukarıda da hazırladığım tipografik görsel. Bu belki de İnternet’in en çok paylaşılan öykülerinden: “Love is Madness” yazar bilinmiyor. Fabl olduğundan şüpheleniyorum; derleyeni de bulamadım. Bulanlar lütfen lütfen bir şekilde bilgilendirsin. İçeriklerin izinsiz ve alıntısız paylaşılmasına karşıyım ancak bazı içeriklerin sahibi de yok ve İnternet’te sahipsiz köpek yavruları gibi geziniyorlar. Sanal dünyaya yeni gelen insanların sevecenlikle başını okşadığı bu yazılar, bir postadan bir postaya, bir forumdan bir foruma, paylaşıla paylaşıla daha da anonimleşiyor.
İnat ve İnatçılar için Salt İnatçılığın Savunması
Ece Temelkuran, Kayda Geçsin adlı kitabının arka kapağında, şöyle diyor “Umut, pek güven duyduğum bir sözcük değil, ben inadı tercih ederim. Umudum yok olsa bile inadım var. İnsanın, yine de, her şeye rağmen iyi olabileceğine, bu ülkenin içinde, dövüldükçe içinin çok derinine kaçmış bir iyilik tohumu olduğuna dair bir inatçı imanım var. Benim de, benim gibilerin de bu ülkeye dahil olduğunu söylemek, sonra yeniden söylemek için sağlam tutmaya çalıştığım bir inadım…”
[Okumaya devam et…]
Salt ‘Takıntı’nın Savunması
Kanka, “takıntı” yapmanı istemiyorum dedi, son telefon konuşmasında, “takıntı” yapmanı is-te-mi-yo-rum! Takıntı nedir kanka? Söylesene bana. Takıntı nedir?
Takıntı “git” demek, takıntı “beni sevmeni sevilmeyi kaldıramıyorum”, takıntı “yaşadığın duygusal sürecin duygu yoğunluğunu kabul edemiyorum, kabul edersem kendimi suçlu hissedicem, beni seven birini daha katledicem; o yüzden sana bu durumu aşksız kuru sözcüklerle açıklamak istiyorum” demek. “Beni benle yüzleştirecek, beni ‘ben’le dövüp aşk kapısında süründürecek bir şey istemiyorum. Geçmiş sevmelerim bir kabus. Unutup gittiğim, sevişip gittiğim, s.krip gittiğim her şeyi tekrar karşıma çıkartma, ne gerek var bunlara! Ne gerek var?” demek, az biraz aşk demek…
Takıntı ne demek? Takıntı “duyguların yalan, yanılsama, yemedi yaslanma, yemedi yanında yatma, yemedi daha da kokma, koklama buna kalkışma” demek. “Takıntı” bu devrin adi psikologları tarafından soğuk mantıkla dövülmüş ve alayına övülmüş bir kılıçtır kanka. Sen de sapla, sen de sapla… Saplantı diyerek herkesin tutkusuna, herkesin aşkına bu korkunç kılıcı sapla, öldür, yadsıyarak yaşamını sürdür de nereye kadar? Bitanem, bilinçaltı canavarıyla yüzleşmeden nereye kadar?
Evet, takıntı hatta saplantı, kazma gibi saplandı. Dünya diliyle atılan bir iftira anıtı. Çağımızın sözde hastalığı, duygusuz zorbaların ürettiği, indirgemecilerin kılıcı takıntı ve ağabeyi saplantı. Boş versene! Benimki salt bulantı… Üç harf için bu ne kasıntı! Froyd’un yandan çarklısı söyle, iyi mi böyle? Topla tüm psikologları, tüm filozofları, tüm şairleri, getir. Tek tek de değil, topluca getir. En beklemediğim anda, birdenbire, önden arkadan her yerden çevremi sarın. Yaftalar yapıştırın, dünyayı kendinize alıştırın: Her şeye “takıntı” diyin, “saplantı” diyin, indirgeyin duyguları deney şişelerinde biriktirin ve ilacımı verip gidin.
Sence de öyle mi kanka? Neyse boş ver artık geç oldu yat sen…
Ankara’yı sevmek ne ister?
Kolaydır kaprisli güzeli sevmek. Öyle kolay ki Azra’yı, Adriana’yı, Behlül’ü, İstanbul’u. Odun da sevebilir: engin ufku, bacağı, baklavayı, vapuru; boğazı, gerdanı ve denize eğilmiş söğüt ağacını.
Kıyısı, kumsalı, kordonu yoktur Ankara’nın, övgüye ihtiyacı da yoktur zaten. İstediğin kadar tepin diren, bakarsın tayin çıkar ya da okul kazanırsın, Hz. Murphy kanunuyla gelirsin mecburen. Keçi bağlasan durmazmış, dört milyon keçi de mi şizofren?
[Okumaya devam et…]
